Yazıya dökmek, düşünceleri bir kalemin ucunda sabitlemek, belki de insanın kendi zihninde yankılanan fısıltıları görünür kılma çabasıdır. Kendi kendine konuşmak da bir yol, değil mi? Elbette olurdu. Ama toplum, kendiyle konuşanı “deli”, yazıya döküvereni “akıllı” sayar. Oysa yazan da, deli de, aynı havayla dans eder; biri kalemle, diğeri hayalle. İkisi de, özünde, dünyanın yeniden görülme ve düşlenme arzusunun peşindedir. Peki, insan neden beylik sözleri tekrar eder durur? Belki kendini ikna etmek için, belki bir başkasını inandırmak uğruna. Ama asıl mesele, yüreğinde o kıvılcımı bulup bulmadığıdır. Yoksa yazmak da, konuşmak da, sadece bir gölge oyunu mu?
Yazının büyüsü, düşünceleri bir patikaya dizmesindedir. Tıpkı Hansel ve Gretel’in ormanda bıraktığı ekmek kırıntıları gibi, yazdıklarımız bize geçtiğimiz yolları hatırlatır. Aynı yere dönme riski belirdiğinde, bilinmeze sapma cesareti buluruz. Çünkü bilinmeze adım atmak, çocuksu bir merak, keşif ateşi ve bolca yürek ister. Edgar Morin’in dediği gibi, “Riske girmeyen
Yazının büyüsü, düşünceleri bir patikaya dizmesindedir. Tıpkı Hansel ve Gretel’in ormanda bıraktığı ekmek kırıntıları gibi, yazdıklarımız bize geçtiğimiz yolları hatırlatır. Aynı yere dönme riski belirdiğinde, bilinmeze sapma cesareti buluruz. Çünkü bilinmeze adım atmak, çocuksu bir merak, keşif ateşi ve bolca yürek ister. Edgar Morin’in dediği gibi, “Riske girmeyen

.jpeg)







