Ağaca, kuşa, yıldızlara o köşedeki dilenciye aitiz
Manevra kelimesini duyunca aklınıza ilk ne geliyor? Ben bugün bu soruyu kendime sorarak başladım yazmaya. Manevra, bir sistemi istediğin yöne çevirebilme, gerektiğinde anında ayar yapabilme sanatıdır. Kısaca: Hayatımızdaki yönümüzü belirleyebilmek için manevra alanımızı geniş tutmak zorundayız.
Bu yetenek aslında esneklik demek. Neden mi? Şöyle bir sahne canlandır gözünde: Elinde kaskatı, dönmek bilmeyen bir direksiyon var. Karşıdan bir engel çıktığında ne yapacaksın? Zorlayarak kırabilirsen kırarsın, kıramazsan aynı çizgide devam etmek zorundasın. Kontrol sende değil, yolun insafında.Şimdi sahneyi değiştir: Direksiyon yumuşacık, parmak uçlarınla dilediğin gibi oynatabiliyorsun. Viraj mı var? Bir santimlik hareketle şerit değiştirirsin. İşte o anda direksiyon değil, yol senin emrinde olur. Hayat da böyle: Esnek oldukça yön senin elinde.
Bir de bilimsel tarafına bakalım. Beynin “nöroplastisite” denen muhteşem bir özelliği var. Yani nöronlar ömür boyu yeni bağlantılar kurabilir, kendini yeniden şekillendirebilir. Tıpkı bedeninin şpagat açmak için yıllarca
Kendi başına bir masada oturup çayını yudumlayabilen, gecenin üçünde kimsenin aramasını beklemeden uyuyabilen, bir şehirde tek başına sinemaya gidip salondan çıkarken kimseye “güzel miydi?” diye sormayan bir insanı kandıramazsın.
O kişi artık boşlukla dost olmuştur. Terk edildiğinde yıkılmamış, sadece sessizce kapıyı kapatıp kendi içine dönmeyi bilmiştir. Yalnızlığın buz gibi eli boğazına yapıştığında nefesini tutmamış, onunla göz göze gelip “evet,
Sınır, bir duvar değil, derinin kendisidir.
Canlı, geçirgen ama seçici. Vücudun neyi içeri alıp neyi dışarıda bıraktığını bilen o ince zar gibi, sağlıklı bir ilişki de tam olarak bu zarın iki insan arasında karşılıklı tanınmasıyla başlar. Sınır yoksa temas olmaz; ya tamamen iç içe geçersiniz ve birbirinizde kaybolursunuz ya da biri diğerini yutar.Çoğumuz sınır kelimesini duyunca “uzaklaştırmak” sanırız. Oysa tam tersi: Gerçek yakınlık, ancak iki ayrı varlığın birbirine dokunurken hâlâ kendiliğini koruyabildiği yerde doğar. Sınır, “burası benim alanım” demenin ötesinde, “senin alanın da kutsal” diyebilme cesaretidir.Bir insanın sana gerçekten değer verdiğini anlamanın en kesin yolu, onun senin “hayır”ını duyduğunda ne yaptığını izlemektir.
- “Hayır”ını duyup susan,
- “Hayır”ını duyup merak eden,
- “Hayır”ını duyup kendini sorgulayan insan,
seni gerçekten görüyordur.
Öte yanda, “hayır”ını kişisel bir saldırı gibi algılayan, sana küsen, seni suçlu
Sen kendinin farkında oldukça insanlar rahatsız oluyor.
Çünkü bu, kurdukları planları dağıtıyor.Bir anda seninle ilgili yazdıkları senaryo yırtılıyor, sahneler karışıyor, replikler havada kalıyor. Seni yönlendiremiyorlar. Sarsamıyorlar. Düşündükleri gibi çökertemiyorlar. Farkındalığın, onların tüm hesaplarını boşa çıkarıyor.Çocukluktan beri bize öğretilen en büyük yalandır bu: “Uslu dur, ses çıkarma, herkes gibi ol.”
Herkes gibi olduğunda öngörülebilir olursun. Öngörülebilir olduğunda yönetilebilir olursun. Yönetilebilir olduğunda, başkalarının hikâyesinde figüran olursun.
Ama bir gün uyanıyorsun.
Kendi içindeki sesi ilk kez gerçekten duyuyorsun.
O ses sana “Hayır” demeyi öğretiyor.
“Hayır, bu benim yolum değil.”
“Hayır, bu rolü oynamayacağım.”
“Hayır, senin korkularınla yaşamayacağım.”İşte o “hayır”lar başlıyor rahatsız etmeye.
Veda etmeyi bilmek, aslında her şeyin ana damarı.Sevdiğin insana veda edemiyorsan, aşkın kölesi olursun.
En parlak fikrine veda edemiyorsan, o fikrin kölesi olursun.
Kendi geçmiş haline veda edemiyorsan, o eski senin hayaletinin kölesi olursun.Veda etmek, terk etmek değil;
bir şeyi gerçekten sevdiğini kanıtlamanın tek yoludur.Çünkü gerçek sevgi, “bende kal” demez;
“benden geçtiysen, geç” der.
En zor veda, kendi yarattığın en güzel şeye yapılandır.
Yazıya dökmek, düşünceleri bir kalemin ucunda sabitlemek, belki de insanın kendi zihninde yankılanan fısıltıları görünür kılma çabasıdır. Kendi kendine konuşmak da bir yol, değil mi? Elbette olurdu. Ama toplum, kendiyle konuşanı “deli”, yazıya döküvereni “akıllı” sayar. Oysa yazan da, deli de, aynı havayla dans eder; biri kalemle, diğeri hayalle. İkisi de, özünde, dünyanın yeniden görülme ve düşlenme arzusunun peşindedir. Peki, insan neden beylik sözleri tekrar eder durur? Belki kendini ikna etmek için, belki bir başkasını inandırmak uğruna. Ama asıl mesele, yüreğinde o kıvılcımı bulup bulmadığıdır. Yoksa yazmak da, konuşmak da, sadece bir gölge oyunu mu?
Yazının büyüsü, düşünceleri bir patikaya dizmesindedir. Tıpkı Hansel ve Gretel’in ormanda bıraktığı ekmek kırıntıları gibi, yazdıklarımız bize geçtiğimiz yolları hatırlatır. Aynı yere dönme riski belirdiğinde, bilinmeze sapma cesareti buluruz. Çünkü bilinmeze adım atmak, çocuksu bir merak, keşif ateşi ve bolca yürek ister. Edgar Morin’in dediği gibi, “Riske girmeyen
Dünyada iyilikle kötülüğün, bencille fedakârlığın ebedi fırtınası eser – ama ben ruhları gökyüzünün katmanlarında görürüm. Düşün, sevgili yolcu: Hepimiz tozlu yollarda yürürüz, ayaklarımız yerçekiminin zincirine vurulmuş. Çoğu kanatsız gölge, dipsiz bataklıklarda sürünür; başlarını kaldırmaya cesaretleri yok, gökyüzü bir masal kadar uzak. Onlar ki, senin
Fabrika Ayarlarına Dönüş: Kendine Geri Dönmenin Özgürleştirici Yolculuğu
Hayat, bir noktada hepimizi birer arkeolog haline getirir. Toplumsal beklentiler, başkalarının yargıları, üstlenmek zorunda hissettiğimiz roller ve zamanla biriken gereksiz katmanlar altında, asıl kendimizi bulmak için kazı yaparız. “Kendinizi, kendiniz için değiştirin!” denir, ama belki de mesele değişmek değil, o katmanları bir kenara bırakıp özümüze, yani fabrika ayarlarımıza geri dönmektir. Peki, bu ne demek? Fabrika ayarlarına dönmek, sıfırlanmak ya da yeniden başlamak değil; aksine, sahte maskelerden, dayatmalardan ve içimize sinmeyen rollerden kurtulup, asıl ne istediğimizi, neyi sevdiğimizi hatırlamaktır. Bu bir değişimden çok, kendimize geri dönüş yolculuğudur.Katmanların Altındaki “Sen”İnsan, doğduğunda saf bir özle gelir dünyaya. Çocukken, henüz toplumun “olması gereken” şablonlarına sıkışmadan, gülüşlerimiz de gözyaşlarımız da gerçektir. Ama büyüdükçe, başkalarının beklentileri, sosyal normlar, “uyum sağlamak” adına taktığımız maskeler birikir. Bir bakmışız, istemediğimiz bir işte, sevmediğimiz bir rolde ya da yapmacık bir gülüşle bir
“Benim kalbim temiz,” der, gözleri yere bakarken,
Bir elinde mazeret, diğerinde kırılmış bir dal.
Sözler dökülür dudaklarından, pamuk gibi yumuşak,
Ama bıraktığı izler, keskin bir bıçak.
Kötülük müdür bu, yoksa masum bir hata mı?
Bir gülüşle başlar, bir özürle biter yara.
“Onun kalbi temiz,” der bir başkası, savunur,
Oysa yerde bir gözyaşı, bir yürek kırılır durur.