Ağaca, kuşa, yıldızlara o köşedeki dilenciye aitiz



Translate

Sayfalar

İzleyiciler

25 Ekim 2025 Cumartesi

Düşüncenin Serüveni: Yazının İzinde Aşkla Kaleme

Yazıya dökmek, düşünceleri bir kalemin ucunda sabitlemek, belki de insanın kendi zihninde yankılanan fısıltıları görünür kılma çabasıdır. Kendi kendine konuşmak da bir yol, değil mi? Elbette olurdu. Ama toplum, kendiyle konuşanı “deli”, yazıya döküvereni “akıllı” sayar. Oysa yazan da, deli de, aynı havayla dans eder; biri kalemle, diğeri hayalle. İkisi de, özünde, dünyanın yeniden görülme ve düşlenme arzusunun peşindedir. Peki, insan neden beylik sözleri tekrar eder durur? Belki kendini ikna etmek için, belki bir başkasını inandırmak uğruna. Ama asıl mesele, yüreğinde o kıvılcımı bulup bulmadığıdır. Yoksa yazmak da, konuşmak da, sadece bir gölge oyunu mu?


Yazının büyüsü, düşünceleri bir patikaya dizmesindedir. Tıpkı Hansel ve Gretel’in ormanda bıraktığı ekmek kırıntıları gibi, yazdıklarımız bize geçtiğimiz yolları hatırlatır. Aynı yere dönme riski belirdiğinde, bilinmeze sapma cesareti buluruz. Çünkü bilinmeze adım atmak, çocuksu bir merak, keşif ateşi ve bolca yürek ister. Edgar Morin’in dediği gibi, “Riske girmeyen bir hayat, kısır bir hayattır” (Morin, 2017, s. 6). İşte bu yüzden, iddiasız ama tutkuyla, sadece “düşün-ü-yorum”. Düş, düşünce ve yorum, yazının içinde birleşiyor; bazen de, itiraf edeyim, biraz “uyduruyorum”. Ama eğer bu uydurmalar “uyuyorsa”, ne sakıncası var ki?Sanat ve Bilmenin Özüne DönüşSanat, insan bilincinin kendini keşfetme yolculuğudur. Ressam, bir süre sonra fırçasını resmetmeye başlar; yazar, yazma eylemini romanına konu eder; yönetmen, kamerasını bir film setine çevirir. Bu, sanatın içeriği tükettiğinde, kendi özüne dönmesidir. Niceliksel birikim, bir noktada niteliksel bir sıçramaya dönüşür. Peki, bilme edimi için de aynı şey geçerli değil midir?Bilme, tıpkı sanat gibi, belirli bir doygunluğa ulaşmadan kendi üzerine düşünmez. Antik Yunan’da Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, doğanın özünü (arkhe) ararken, bilginin sınırlarını zorladılar. Ancak Sokrates’le birlikte düşünce, kendi içine döndü: “Kendini bil.” Bu, bilginin uçsuz bucaksızlığı karşısında bir sıçrama arzusuydu. Bilgi, her yeni keşifte yeni ufuklar açar; ne kadar öğrenirseniz, o kadar bilmediğinizin farkına varırsınız. Örneğin, edebiyata yeni başlayan biri için dünya, birkaç büyük isimden ibaret sanılır: Dostoyevski, Tolstoy, Balzac… Ama okudukça, bu alanın evren gibi genişlediği görülür. Her kitap, beş yeni kitabı çağırır; insan, nihayetinde, tüm bilgiyi kuşatmanın imkânsız olduğunu kabul eder. İşte bu noktada, düşünce, kendi sonluluğunu aşmak için bir sıçrama yapar. Artık sahnelenen oyunları izlemek değil, sahneyi kuranı anlamak ister.Her belirlenim, aynı zamanda bir olumsuzlamadır (negasyon). Bir şeyin ne olduğunu tanımlamak, onun ne olmadığını da gösterir. Bu süreç, soyutlanmadır; taş taş üstüne koyarak değil, ağırlıkları kaldırarak ilerler. Tıpkı yemek gibi: Yediğimizi sindirirsek enerji buluruz; saklarsak çürür. İnsan, bilgiyi biriktirip saklamaya kalkarsa, kendi bilincini köreltir. Gerçek öğrenme, sürekli bir dönüşümdür; eskiyi yıkıp yeniyi inşa etmekten korkmamaktır.Aşk ve Negasyon: Bilincin Sıçramasıİnsan, zamanın ve sonluluğun elinden alınamayacağı bir doygunluk arar. Ancak ne duyusal hazlar ne de zihinsel birikimler bu özlemi giderir. Susuzluk gibi, her haz geçicidir; doyum, bir kısır döngüye hapsolur. Bilgi de, eğer sadece biriktiriliyorsa, bir labirentin içinde kaybolmaya benzer. Ariadne’nin ipi gibi, gerçek bilgi, gayesine bağlı kalır; bu gaye, bütünlüğü kavramaktır. Öğrenme ateşini yitirmiş bir zihin, sabitlenir; bilgiyi biriktirerek özlemini bastırmaya çalışır. Oysa sahici bir merak, her şeyi yıkıp yeniden inşa etmekten çekinmez. Çünkü insan, başkalarını kandırabilir, ama yüreğindeki özlemi susturamaz.Bu sıçrama, çocuksu bir cesaretle mümkündür. Ancak birikim, egoyu beslerse, insan negasyondan kaçar. Negasyon, varoluşsal bir vazgeçişi gerektirir; tıpkı tövbedeki gibi, insanın kendini yeniden inşa etmesi gerekir. Ama en zoru, sevdiğinden vazgeçmektir. İnsan, kendini tanımladığı kimlikten, özden kopmak için, başka türlüsünü yapamayacağını hissetmelidir. Tasavvufta bu, “kabını genişletmek”tir; aşk, bu genişlemenin ateşidir. Aşk, egonun dirençlerini kırar; tıpkı bir devrede kısa devre yaratan bir kıvılcım gibi, insanı dönüştürür. Maziyi terk etmeyen, istikbali bulamaz; her varoluş, kendi başkalaşım yolunu seçer: tövbeyle, aşkla ya da praksisle.Düşüncenin Elbisesi: Söz ve DiyalogDüşünce, içseldir; kimse bir başkasının yerine düşünemez. Ancak düşünce, dış dünyaya sözle çıkar; bu, onun elbisesidir. Söz, bir özbilincin diğerine teklifidir; tahrik ya da teşvik olarak karşılanır. Diyalog, bir aklı diğerine hükmetmeye çalışırsa anlamını yitirir. Filozofun amacı, bir başkasını ikna etmek değil, müşterek bir hakikate ulaşmaktır. Bu, ancak muhatabın sözü “soyarak” aynı hakikati kendi bilincinde bulmasıyla mümkündür. Filozof, muhatabın aklına peşin bir güven duyar; bu, spesifik bir kişiye değil, özbilincin potansiyeline duyulan güvendir.Düşüncenin mutlaklaştırılması, aklı sabitler. Söz ya da sistem, sadece bir araçtır; kafeinsiz kahve gibi, içsel dönüşüm olmadan etkisizdir. Sanatta, güzel eserleri bilmek ama içsel güzelliği uyandırmamak; dinde, ritüelleri yerine getirmek ama dönüşüm yaşamamak, bu sabitliğin örnekleridir. Gerçek diyalog, özbilinçlerin birbirini aşarak hakikate ulaştığı andır; bu, özneleri aşkın bir birliktir.Tanrı ve İnsan: Mutlakla KarşılaşmaTanrı, aklın ve yüreğin en yüksek düşüncesidir; tikel olmayan, bütün olanı işaret eder. İnsanla mutlak arasındaki ilişki, ikilikle başlar. Musa’nın “Ben olan ben” sıfatıyla karşılaşması, hem bir dolayımı hem de tikel varoluşun negasyonunu içerir. Mutlakla birleşmek, duyusal nesnelerle birleşmeye benzemez. Üzümü yediğimde onu kendime katarım; ama mutlakla birleşmek, benim “üzüm” olmamı gerektirir. Bu, egonun negasyonudur; kendimden vazgeçişimdir.Mutlak, sonluya aşkın olsa da, sonluyla ilişki içindedir. İlk negasyon, mutlakın benim varoluşumda içkin olmasıdır; ancak kültür, bu bütünlüğü tikel bir sonluya indirger. İkinci negasyon, bu körlüğün yerini bilinçli bir birliğe bırakmasıdır. Varlık, yokluktan sonra, tutkuyla bağlanmış yüreğe açılır. İnsan, kâinatı deneyimlediğini sanırken, aslında bütünün kendini deneyimlediğini fark eder.Tanrı Kavrayışı ve Bilincin Aynasıİnsanın Tanrı fikri, bilincinin aynasıdır. Tanrı’yı yalnızca doğada gören, duyusal bir bilinçle sınırlıdır. Oysa Tanrı, doğanın ötesindedir; bir çiçekte değil, çiçeğin açılma ereğinde görülür. İnsan, Tanrı’yı İnsan-ı Kâmil’de bulmadıkça, ona insanı yakıştıramaz. Bu, bilinçdışının Tanrı’yı aşkın görme sezgisidir. Filozof için Tanrı, düşüncenin kendisidir; çünkü düşünce, özü itibarıyla tanrısaldır. Tanrı’nın nitelikleri –zorunluluk, aşkınlık, mutlaklık, bütünlük– insanın özbilincini yansıtır. İnsan, Tanrı’yı düşünürken kendi sonsuzluğunu keşfeder.Bir kültürdeki Tanrı fikri, o kültürün hakikiliğini ölçer. Kendini değilleyip evrensele bağlanamayan bir Tanrı, biçimsel bir kural yığınıdır. Din, bütünlüğün deneyimidir; felsefe ise bu bütünlüğü kavramsallaştırır. Din, farkı yadsır; felsefe, farkı koruyarak yadsır. İkisi de insan için vazgeçilmezdir; biri olmadan diğeri ya vecdsiz bir bilgiçlik ya da akılsız bir coşku olur.Bilginin ve Deneyimin DansıBilgi, deneyimle birleştiğinde anlam kazanır. Şarap içen ama onun niteliklerini bilmeyen, sadece zevk alır; şarap hakkında her şeyi bilen ama tatmayan, kupkuru sözlerle kalır. İtidal, bu ikisinin birliğindedir; farkları bilerek, bütünlüğü yaşamaktır. Düşünce de böyledir; çağrışımlarla özgürce dolaşırken, yazıyla hizaya gelir. Yazı, düşünceyi sabitler, ama aynı zamanda özgürleştirir. İnsan, yazarak hem ne söyleyeceğini bilmenin hem de bilmemenin özgürlüğünü tadar. Yolda Olmanın GüzelliğiBazen kaybolmak, bir flanör gibi sokaklarda dolaşmak güzeldir. Düşünce, çağrışımlarla sıçrar; bir fikir, başka bir fikri tetikler. Ama yazıya döktüğümüzde, irade devreye girer; düşünceler bir patikada hizalanır. Bu, bilincin lambasını yakar; insan, istediğinde düşüncesini zapt eder, istediğinde çağrışımlarla dans eder. Düşüncenin serüveni, bu ikisi arasında bir ahenktir; ne sadece bilmek, ne de sadece hayal etmek. İnsan, bu yolda kendi sonsuzluğunu bulur; çünkü düşünmek, mutlakla karşılaşmaktır.


Özgün İçerik : Deneme,Makale,Öykü, Sosyal içerik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@Mi_DeliMiDeli

@Mi_DeliMiDeli

@Mi_DeliMiDeli
DeliMiDeli @Mi_DeliMiDeli