Ağaca, kuşa, yıldızlara o köşedeki dilenciye aitiz



Translate

Sayfalar

26 Mart 2025 Çarşamba

Taşların Ardındaki Özgürlük: Hafifleyerek Yükselmek



Hayat, bir dağa tırmanış gibidir bazen. Zirveye ulaşmak için attığımız her adım, taşıdığımız yüklerle daha zor ya da daha kolay hale gelir. Ancak bu yükler yalnızca sırt çantalarımızdaki eşyalar değildir; çoğu zaman zihnimizde, kalbimizde, geçmişimizde biriken görünmez ağırlıklardır. Bu ağırlıklar, bir heykeltıraşın elindeki taş bloğunda gizlenmiş bir form gibi, bizi olduğumuzdan daha az görünür kılar. Oysa gerçek özgürlük, bu taşları bir bir düşürmekte, fazlalıkları bırakıp özümüze yaklaşmakta yatar.

Bir şehir meydanında, tel bir kafesin içine hapsedilmiş taşlarla oluşturulmuş bir insan figürü düşünün. Bu heykel, adeta bir metafor gibi durur: taşlar, insanın taşıdığı yükleri; tel kafes ise bu yüklerin bizi nasıl şekillendirdiğini, nasıl sınırlandırdığını anlatır. Heykelin eğilmiş duruşu, omuzlarındaki ağırlığın onu yere doğru çektiğini hissettirir. Ancak bu taşlar, aynı zamanda bir potansiyeli de barındırır. Tıpkı Michelangelo’nun mermer bloklarının içinde saklı formları gördüğü gibi, bu taşların arasında da bir özgürlük, bir hafiflik gizlidir. Mesele, o taşları birer birer bırakabilmekte, tel kafesi parçalayıp içindeki insanın doğrulabilmesindedir.
Felsefede, Stoacılar bize benzer bir öğreti sunar. Epiktetos, “Bizi üzen şeyler olayların kendisi değil, onlar hakkında düşündüklerimizdir,” der. Yani, sırtımızdaki yüklerin çoğu, aslında kendi yarattığımız anlamlardan ibarettir. Bir türlü affedemediğimiz bir hata, yıllarca unutamadığımız bir kayıp, ya da içimizde büyüttüğümüz bir korku… Bunlar, tel kafesimizin içini dolduran taşlar gibidir. Ancak bu taşları bırakmak, öyle kolay bir iş değildir. Çünkü bazen o taşlar, kimliğimizin bir parçası haline gelir. Onları bırakmak, bir anlamda kendimizi yeniden inşa etmek demektir.

Doğadan bir örnek düşünelim: Bir yengeç, büyüyebilmek için kabuğunu döker. Bu süreç, onun için hem bir risk hem de bir zorunluluktur. Kabuğunu bırakmazsa, büyüyemez; ama kabuğunu bıraktığında, bir süre savunmasız kalır. İnsan da böyledir. Yüklerinden kurtulmak, bir tür savunmasızlığı göze almayı gerektirir. Belki de bu yüzden, çoğumuz o taşları taşımaya devam eder. Çünkü onlar, bize tanıdık gelir; onlarla nasıl yaşayacağımızı öğrenmişizdir. Ama ya o taşlar olmadan kim olacağımızı bilmiyorsak? İşte asıl yolculuk burada başlar: Kendimizi yeniden keşfetme yolculuğu.
Türk sanatında da bu tema sıkça işlenmiştir. Osmanlı döneminde, İznik çinilerinde ya da karmaşık hat sanatında, kaosun içindeki düzeni bulma çabası görülür. Bir Diwani yazısında, harflerin birbirine dolanmışlığı, adeta insanın iç dünyasındaki karmaşayı yansıtır. Ancak o karmaşanın içinde bir ahenk, bir hafiflik vardır. Sanatçı, fazlalıkları atarak, yalnızca gerekli olanı bırakarak bu ahengi yaratır. Hayat da böyledir: Gereksiz olanı bırakmak, asıl güzelliği ortaya çıkarır.
Bir başka açıdan, bu düşünceyi topluluklar üzerinden de ele alabiliriz. İnsan, yalnız bir varlık değildir; bir topluluğun parçasıdır. Yüklerimizi paylaşmak, bazen onları hafifletmenin en güçlü yoludur. Afrika atasözü, “Birlikte yürürsek daha hızlı gideriz,” der. Ancak paylaşmak için önce kendi yüklerimizi tanımalı, hangilerinin gerçekten bize ait olduğunu anlamalıyız. Çünkü bazen, başkalarının yüklerini de sırtlanmaya çalışırız; bu da bizi daha fazla ağırlaştırır.
Hafiflemek, yalnızca fiziksel bir eylem değildir; aynı zamanda zihinsel ve ruhsal bir dönüşümdür. Bir ağacın sonbaharda yapraklarını dökmesi gibi, biz de hayatımızda artık bize hizmet etmeyen şeyleri bırakmalıyız. Bu, bir kayıp değil, bir kazanımdır. Çünkü her bıraktığımız yük, bize yeni bir adım atma cesareti verir. Zirveye ulaşmak için, önce aşağıya bakıp, hangi taşları geride bırakacağımıza karar vermeliyiz. Ancak o zaman, tel kafesten kurtulmuş bir heykel gibi, dimdik durabilir ve gökyüzüne uzanabiliriz.


Özgün İçerik : Deneme,Makale,Öykü, Sosyal içerik

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

@Mi_DeliMiDeli

@Mi_DeliMiDeli
DeliMiDeli @Mi_DeliMiDeli